24 Temmuz 2013 Çarşamba

ÖZÜR

   

ne kötü;o kadar da kalabalığız
cürümler,kabahatler arasında,yılgın
duruyoruz kupkuru dal gibi
ağlamaksızın

ne tuhaf;habire yanılmadayız
isyan alışkanlığı lüzumsuz bir durumda
sonu yok düşüşün gitgide beyazlaşan
o dipsiz uçurumda

ne güzel;done döne hızlanan
hızlana hızlana dönen tennureler arasından
örttün üzerimize bembeyaz özrümüzü
rahmetine sığınırken gazabından

ne iyi;duaya yatkın eller yaratmışsın
katına açmaya biraz derman ver
ses avuntu,gözler sımsıkı kapalı
ardına kadar açık kapılar,pencereler.

16 Şubat 2013 Cumartesi

İSTANBULUMUZDAMIYDIKNE?




ufuklar dönüyor akşama, bak ikimiz
bir ağızdan o şarkıyı en son
ne zaman söylemiştik?

aşkı tartardın ya balıkpazarı'na
hınzırca indirilmiş uskumru kanadında
çapari dönerdi,köprüden, gece düşerdi
çatana yoktu ama fenerbahçe vapuru
durmadan simit taşırdı muhteris martılara
iz koyardık ardından anaforunun
mavi tuz gezdirir gibi lakerda tabağında
görenler sarhoş derdi, oysa biz
köprünün kanatlarında şişe kırıp
alabildiğine yalan söylemiştik

üsküdar'a kızkulesi giydiren
tekfurun remilden korktuğu kadar
korkuyorum şiirinden, gerçek bu.
bazen dümdüz diziyorsun hani sunturlu
teyakkuzu dağınık dizelere
bazen ite-çeke teraziye sıklet bekletiyorsun
bir şey değil ki eklediğim yarım yamalak
kelimelere öfkeli derbeder alınganlık
bir şey değil kadı köyünden yalınayak geçen
hızır kovalıyışım
öyle oluyor bazen bastığı yeri yeşillendiren
adımlardan ürktüğümce ürkeğim şiirine
ne de olsa sorana kendimizi
kaltaban söylemiştik

sen istanbul’a bak kuleler arasından
acemaşiran besteler düzecek tanburi cemil
izak’ın kemençesi tarayacak yosunlu dubaları
alabildiğine taş plak,bir o kadar gam
sen istanbul’u yaz nasıl olsa vapurlar
haylaz çocukları taşıyacak mazot rengi sulara
bayat susamları dişdiplerinden ayıklayan kürdan bile
daha medeni bu balgamlı kaldırımlardan
küfretmiştik bir ağız dolusu şehremânetine
oy vermiş, sandık kırmış, nutuk düzmüştük öyle
hem falan hem filan söylemiştik

aşkın kantarını indir şimdi galata bizden yalancı
boğazkesen istiklale dayanan bir külhânî yanımız
çiçek pazarı'nda gül devşirmeye gidelim,gel
eyüp’te tazeleyelim imanı ve çayı
haliç’e yoksul ve kırılgan kürek izlerinden vav çizelim
tersânenin arkasında şâhidesiz pargalı
şişhane'de boyuna ölü memesinden süt emen
meyyitzade efsanesi
bunları yazalım ya, yazıyorsak şiire
ürkütüğümüzden öte yokuşsuz küheylan söylemiştik
yemin etsem belki kayda geçmez
inan söylemiştik.





8 Şubat 2013 Cuma

UÇURUM



Ben seni düşündükçe kaç uçurum olurum
Ellerim büyülenir, kalem tutan ellerim
Dem gelir zihnindeki tortuları elerim
Dem gelir gözlerinin ağına kurulurum

Kurulurum , bir tetik düşmeye âmâdedir
Hazır sunar o namlu nefse tek kurşun, evet
Dâima önde duran bitimsiz istikâmet
Barutun ıslaklığı yağmurdan mıdır, nedir?

Yağmurdan mıdır kirpik ucunda savsaklanan
Tuz yükü mâi keder düştü düşecek derken
Çoğu geç kalmışlığın aslında ne çok erken
Ne çok çocuk düşlerin arkasına saklanan

Savsaklanıp saklanan körebe oynamak var
Elim sende gönlüm yok vermeye  bu yılgını
Sarsarak uyandırsam ta diplerden algını
Yıkılır mı aklında aşk’a set çeken duvar

Duvar,taş taş örülse yetim kaybedişlere
Boğazlansa bir oğlan, el ver Hızır, dardayım
Gemi mecrûh, oysa ben bir mermer duvardayım
Bir mermer kan oluyor oluk oluk dişlere

Oluk oluk diş döküp ağzımdan ellerine
Damağın kuytusundan kaç kelime kusardım.
Sabır mı tevekkül mü, bilmem ama susardım.
Girseydim kör dehlize sende, senin yerine.

Sende senin seninken kıvırılıp uyuklardım
Dibi delik bir terlik gibi ayak ucunda
Baş koyup ter silerek o işlek avucunda
Düştüğüm uçurumun dibini sayıklardım.

Nedeni yok besbelli sorular hep askıda
Sormuyorum hesâbı kesilmiş hükümleri
Liğme liğme edilmiş anların dökümleri
Hiç hükmü bestelenmiş hüznü hüzzam şarkıda

Hüzzamdır ve ne gamdır uyuyan uçurumun
Ucunda elimi tut, düşme ve ayakta kal.
Hepsi bir düş, hezeyan yaşanmamış çok hayâl
İçinde,tâ içinde büyüyen uçurumun.


Kaç uçurum olurum ben seni düşündükçe
Tetik düşer, kör kurşun saplanır tam alnıma
Dökülür sanrıların tutam tutam alnıma
İçinden hüzün geçen seslere döküldükçe.

Dökülüyoruz Hızır, el ver yolumu akla
Taş koy, kum dök örtülsün üzeri uçurumun
Anla ki ne zamanı, ne yeri uçurumun
Düştüğümüz gereksiz serseri uçurumun
Üstünü ört, su ver ve lütfen kabımı sakla
Ben uçurum olayım, sen kalıbımı sakla.

DÜŞ GÖRÜ DUYU DURUM



1-DÜŞ
Bir düşü düşündüğün kadar düşünsen beni
Kırılmazdı içimde duran sırça çaydanlık
Çay demlerdim, öylece uyandırırdım seni
Uykuya karışırdı anlamsız sıradanlık

Bir düşü düşlemekten öte düş görmek de var
Paçoz mintan, çul çaput, tütün rengi bıyıklar
Yakası ısırılmış lacivert gömlek de var
Öfkesi alışılmış aynı sesi sayıklar

Bir düşe düşünce gör, düş yalan, acı gerçek
Doğrulduğun yatağın hayatın tam içinde
İster uyan rüyadan, ya da ister keder çek
Dolanır anlamsızlık yitik anlam içinde.

Bir düşe düştüğünde kaç uyku örselendi
Sen uyandın, zihninde uyanmadı tortular
Froyd bilir,Yung anlar, elek elek elendi
Kaç çocukluk pisikoz saklandığı kuytular.

2-GÖRÜ
Bir körü gördüğünden öte görseydin beni
Körelmezdi içinde paslı kırık çaydanlık
Çay demlerdin, bir bardak çıkartırdın ki yeni
Çatal, bıçak benzeri bir sürü avadanlık

Bir görü, bir göz ucu dokunuştu, hepsi bu
Bir elinde Nabokov, ötekindeyse Füsus
Hangisine eğilsem sanki diğeri tabu
Varoluşçu bir seyr-i süluk içre bâhusus

Bir görüntü, anlıktır, sınandığın sanrılar
Ben seni dürtüyorum, sen düşe yatıyorsun
Dikiliyor Olimpos dağından tüm tanrılar
Bir putu kırıyorum, bin put yaratıyorsun

Bir körü öngörüsüz gördüğün gibi bir kez
Baksaydın gözlerime görecektin sımsıcak
Ekmek pişiriyordum, demli çay, hevesi tez
Geçip gitmeyen buydu, uyandı uyanacak

3-DUYU
Bir duyudan duyduğun sesçe duysaydın beni
Fokurdardı içinde o dopdolu çaydanlık
Bir çocuk mırıldanıp didiklerdi gövdeni
Uyan anne çay doldur, silkelenip bir anlık

Bir duyu, bir duruluş dolardı bardaklara
Bozulmazdı duygular, ekmekler gibi duru
Kaynamış o demli çay değdikçe dudaklara
Tebessüm bulaşırdı ilk yaz gibi kupkuru

Bir duyarlı yüreğin sesidir duyar duymaz
Uyandıran kan uyku kabusundan korkunu
Dem olur biçtiğine bir santim kumaş uymaz,
Olsun, içine sinip taşıyor ya kokunu

Bir duyup bir duyulmaz andır, geçip gider hep
İşte öylece durup dinleseydin sesimi
Oruca mühürlenmiş suskunluğumdu sebep
Susarak yıkıyorken yedi kat kilisemi.

4- DURUM
Bir durup her durumda anlasaydın ya beni
Durulurdu kaynayan ocaktaki çaydanlık
Çay içip gülüşürdük, dişlerden döküleni
Ağız ağız toplardık, biterdi unutkanlık

Bir durum bir duruluş itelenirdi acı
Kahve taşar cezveden, su böreği küflenir
Antibakteriyel deterjanın ilacı
Ocaktan bir nefesle yaralara üflenir

Bir durular bir yıkar her durumda pir ü pak
Kalır mıydı geriye limon rengi o leke
Dönmeseydin geriye, dönme lekeli bırak
Bu durumda ısrarcı temizliktir tehlike.

Bir duru su oluyor, yuğuyorum uykunu
Tek tek ayıklıyorum hezeyanı düşünden
Seninle biteviye uyuyorum uykunu
Kah kabusun çığlığı, kah içli gülüşünden

5-DÜŞ-GÖRÜ
Bir düş görüp uyandın, uyandırsaydın beni
Dizlerine yatırıp sersem sepelek gibi
Müstehzi bir tebessüm ya da ne saydın beni
Boynuna doladığın o uçuk melek gibi

Bir görüp bir düşleyip dönme, bu çark nedensiz
Elektronik posta, yirmidokuz harf boşluk
Seni italikliyor hezeyanların sensiz
Hâlis halisülasyon o alkolsüz sarhoşluk.

6- DUYU-DURUM
Bir duyu duyuruyor gibi sevseydin beni
Bir açı doyuruyor gibi ya da bir kuşu
Dağı aşıyor gibi, eğreti bir yokuşu
Tırmanan şerpalara benzetmeseydin beni

Bir duygunun durumu bozulmuş, onarılır
Bir durumun duygusu kırk katıra yüklenmez
Sadra yazılan nedir bin satıra yüklenmez
Çaydanlıkmış, sırçaymış, düşmüş, elbet sarılır

7- DÜŞ-GÖRÜ-DUYU-DURUM
Bir düş gördün, kör duydun, durum bozuk, dem derim
Uyuyandan, çocuktan kalkmıştı kalem derim
Bir de hezeyanından, sanrı, ikilem derim
Düş görür, duyu duru, dönme bu çarka, dönme
Pişmanlık aldatıcı, korkulu çarka dönme.
Durum budur, ötesi ne hüznüm ne kederim
Sen durul, düş uyansın, sana dönsün kaderim.

7 Şubat 2013 Perşembe

A-ŞU-RE


içi birbirinden dolu on koca kazan
ahşap matlabı ibadet gibi içinde sürükleyen
yorgun ve hırslı bilek
her bir salınışında inkardan putları
yüzüstü sürükleyen tevhide teşne
dudaklardan dökülen “illallah”ın kesin
ve kararlı tuzlu ter ile dökülüşü
pirince, buğdaya ve suya
demir bardaklara değen buruk tebessüm
boğazdan civa gibi dökülen kaynamışlıktır
Aş bu aş, a canım – aş!...

yavaş yavaş karışan kazanların tüten buğusunda
göğe ağan isa’yı andırır başlar
mutlak bir hüzne kürek çekercesine
gelgitleri güvenli kolların
incire ve zeytine edilmiş yeminleri
damağa mıh gibi saplanan gönüllü susuzluktur
işte fırat ve kan
işte ala kesmiş kutsal bileklerin göğe kaldırdığı
çocuk masumiyeti
bunları, hep bunları öğütmekte
mavi yalımların üstünde kaynayan kazan
ŞU sonsuzluğa açılan en belirgin dar geçit

RE  bir nota bununla başlayan
mersiyelerdir gözleri yaşartan buğu değil
kaynayan göğsümde yetim zeyneb’in gerdanlığı
her bir nohut iriliğinde damlar
kanla sürmeli gözlerden
kaç yüzyılın acısını kaynatmakta bu kazan
içinde fokurdayan aş
aşure değil
bir iç yangınının bize bıraktığı miras
illa–a
illa-şu
illa-re

SIR



-metin kaçan’ın anısına-

sen miydin o? ben şarkı
okuyor sanıyordum aşağıda bir gemi
simitlere martı atıyor kızkulesi usülden
ucube silüeti çiziyor elleri mimar o yalancı dokunuş
sanıyordum köprüden yerçekimine dahi
tenezzülü yok itiraza düşen gövde
belirliyor gündemi

harf miydi o? ben roman
dikiyor sanıyordum şehla gözlü bir peri
rotatif diziyor sonbahara dikizlenmiş nazarlar
fındık kadar bir motordur halbuki,bakma sen
sesine sekiz sokağı tıkıştıran metafor
eliyoruz bak kaç ihtimal dolduracak
bu afili seferi

su muydu o? ben ateş
yakıyor sanıyordum,altını çizdiğin satırları
adalara vapur var,işim yok bu saatte
o kınalı, bu heybeli, şu burgaz
öteki büyük yanılgının albenili prensi
gitgide üşütüyor yok içinde işte su
bıraktığın duvarı

aşk mıydı o? ben keder
dokuyor sanıyordum güleç parmakların ne tuhaf
“çifte hû”dur bir kapıda iyimser baş selamı
ak dikişli arakiye pek yakışır kıvırcık saçlarına
cüzdanında üç resim, bakıp hüzünlenmekte
keşkesi yok bu gidişin, nokta sır,

ATLAR VE AĞAÇLAR

göreydin;
dört dönüyor kızıl yeleli atlar yüreğim içre.
kör kıvılcım çıkıyor nalları değidikçe aşka
nalları ateş.
menzil uzak, yol yorgun, adımlar başka
çivili tırnaklarla kazınan kör patikalar
kesişiyor dipten bucağa yanmış bir ormanın en kuytusunda
kökünü kedere salmış ak yapraklı ağaçların
dalları ateş.

bileydin;
soluksuz atlar koşturuyor içimde gemi azıya almış
kızıl yeleleri terden bir boşanmış su
sağrısı ateş.
kendine kurduğu en anlaşılmaz pusu
çekiyor içten içe yanık yaprak kokusu ve duman
basmış bulanık bir tutkuya dışı kül
içi yalazlanmış sonbahar döküntüsü
çağrısı ateş.

duyaydın;
kızıl atlar kişniyor kulaklarımda öfkeli ve tutsak
sesi kendine yabancı o vurdumduymaz uğultu
sükutu ateş.
dizgini kendine sağır, uzandığı bulutu
eğilen dallara başvermiş perçem gibi indiriyor alnına
kızıl çehrede yüz görümlüğü bir akıtma, ak
bulutlar kişniyor ak yapraklı ağaçların inadına
bulutu ateş

soraydın;
atlar ve ağaçlar hangi şafakta ölür
kızıl bir at nasıl dişler kabuk tutmuş yarayı
zulümü ateş.
kanatırken tuz basıp acıyla avutmuş yarayı
kızıla keser dallar, bin parçaya bölünür
yılgın bir yılkıdır payına düşen  ak orman kuytusunda.
atlar da ağaçlar gibi ayakta ölür
ölümü ateş.


http://www.bachibouzouck.com/index.php?option=com_k2&view=itemlist&task=user&id=2022%3Aerenleridrismahfi&Itemid=199&lang=tr